Emre Gaviyel: Aşık ve Şair Sineması: Sinema Kara Perdedir!
Film yönetmeni Emre Gaviyel, OnurAkayMedya yazarı Tuğçe Vural'a özel röportaj verdi!
Röportaj/Tuğçe VURAL/OnurAkayMedya
Fotoğraflar: Müslüm Şahin & Şenol Saltoğlu
Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Doğum ismim Emre Gaviyel değil. 20li yaşlarda Gaviyel ismini ben kendime koydum. Tasavvufta şairlerin, dervişlerin kendilerine isim verme süreci vardır. Divan Edebiyatı’nda ve felsefede de vardır benzer isim verme süreçleri. Kendine isim vermenin, kendini anlatma zorunluluğunda olma halinden uzaklaşmak gibi bir rahat tarafı var. İsmimi değiştiremedim çünkü Emre ismi aşık ve şair demektir ve beni tam olarak anlatıyor. Çok hissederim ismimin anlamını. 27 yaşındayım. Gümüşhane Kelkitliyim. Tamamen alaylı biriyim sinemada. Köyde büyüdüm, yalnız bir çocukluk geçirdim ve genelde hayvanlarla zaman geçiren bir çocuktum. İşçi bir babanın çocuğuyum. Samimiyeti severim. Meselesiz olmak hoşuma gitmez. Genelde bir meselem hep vardır.
Fotoğraf: Müslüm Şahin
Peki Gaviyel nedir?
Aslında benim için birkaç farklı anlamı var. Rumca kavi, güçlü demek. Bana dergâhta Kavi derlerdi. İmam hatip yıllarındayken Kur’an hocam bana hep “yel gibi çocuksun” derdi. Bu ikisi hep zihnimde kaldı. 17-18 yaşındayken elime bir kamera aldım ve 22 yaşıma kadar gözlerimi tanıdım. Sonrasında o gözlere bir isim vermek icap etti ve Emre Gaviyel doğmuş oldu. 5 Yaşında çocuk bir sinemacıyım ben aslında.
Sinemaya ilgin nasıl ve ne şekilde başladı?
Gümüşhane’den Samsun’a taşındık ben 7 yaşındayken. Tekel işçisi Babam. O taşınma benim hayatımın devrimidir. 27 yaşındayım ve hala Samsun’la yeni tanışıyor gibiyim. Çok severim Samsun’u. Samsun sinema gibi bir yerdir. TEKEL özelleştirilince abimle ikimiz erken yaşta çalışmak zorunda kaldık. Ayakkabı boyacılığından, lahmacun ustalığına ve camcılığa kadar birçok işte çalıştım. İyi bir öğrenciyimdir. Ben pek abimlerle, arkadaşlarıyla oynayan bir çocuk değildim. Tugay diye bir abinin internet kafesinde zaman geçirirdik. Tugay abiyle film izlerdim. Her türlü filmi izlerdi. Rus sineması izlerdi, Fellini izlerdi. 9 yaşındaydım o zaman. O zamanlar DVD’likler vardı. Tugay ağabeyin bir sürü DVD’liği vardı. Çok severdim bu durumu. Bir de gözlerimi kapatmayı çok severim. Sinema gözlerin kapanmasıdır. O kara perdedir. Yani ya uyuyacaksın o karanlıkta ya da bir ışık yanacak. Ölümle doğum gibi… Sonra kısa filmlerle başladım. Today ilk filmim. 10 Dakikalık bir şiirsel sinema. Sonra Letafet Caddesi, Tomorrow ve arada çağrışımsal film denemeleri. Seviyorum çekmeyi, kurgulamayı, yazmayı. Sonra İnsani Tınılar. Zaman nasıl geçiyor bilmiyorum, yaşamak dışında tek yapmaya çalıştığım şey hakkıyla bir sinema. Gerçi sinema, yaşamak oldu benim için. Başka bir meselem yok.
Yaptığınız sinemayı bağımsız sinema olarak adlandırabiliriz sanıyorum ki; neden bağımsız sinema?
Başka bir sinema tanımıyorum ben, siz tanıyor musunuz? Bence sinema var bir de bağımsızlık diye bir şey var. Hangi yolda yürüdüğünü yürürken fark edersin bazen, benimki de öyle oldu. Sonradan bağımlılık diye de bir gerçek var. Ama bence Türkiye’de hep bağımsız sinemacılar önde. Dünya’da da öyle. Ben sinemada alaylı değilim sadece, hayatta da alaylıyım. Serseriliği severim. Bağımlılıktan bahsedeceksek, kelimenin muhtevasını bir eyleme dökelim, bir iple birini bir yere bağlaması durumu… Kim, neden bir ip bağlıyor? Bu, köklü bir mesele insanlık için! Bugün tüm ideolojilerde bir ip ve bir çentik var bence. Yani vadilere inip dolaşma özgürlüğümü almayın elimden. Gaflet çok kötü bir şey. Bana bir ideolojiye, bir düşünceye bağlı hareket etme düşüncesi çok sıkıntılı geliyor. İnsan özne olarak karmaşık olabilir ama ‘’insanlık’’ bu kadar karmaşık değil. Biz şiir yazıyoruz, kelime söylüyoruz, fotoğraf çekiyoruz, resim yapıyoruz, heykel yapıyoruz, biz bir film yapıyoruz dolayısıyla bağımlı kalabileceğimiz bir birey yetiştirmek önemli, bir zihin inşa etme durumu önemli. Bağımsızlık başka hiçbir şey değildir. Zihnimin bağlı olduğu yerler var; doğruluk, adalet, cahil kalmama durumu, ilerleme, hayattan keyif al, haz al, cesur ol, çalışkan ol. Atatürk’ün dediği gibi; ne diyor adam tüm konuşmalarında, Türk milleti zekidir, çalışkandır! Tabi ki bu Türk milletine ait bir şey değildir, insan böyle olmalıdır. Gayret bu yönde harcanmalı. Sanatçı, bağımsız değildir aksine bağımlı olmalıdır ama neye bağımlı olmalıdır bunu konuşmak gerekir. Trista Tzaranın dediği gibi, bunu birçok kişi kendi dumdumuna göre tartışmış. Ancak sinema felsefesinde, Tarkovskiy’e, Metin Erksan’a çok kıymet veririm. Aslında her şey açık; oku, keşfet ve yap. Oku ve yap zaten kendini bulacaksın. Okumak, sadece dille okumak değildir. Bir kahvenin tadını da okuyabilir insan. Zihnen bir eylemdir okumak. Konuya geri dönecek olursak; Sanatın var olması bağımsız bir iş. Onu sonradan bağımlı yapanlar, Totaliterizm’e çıkarlarını dayayanlardır. Biz, söz söyleyen ve saz çalan insanlarız. Bu topraklarda, çok ozan, aşık atamız var. Söz bizde epey kıymetli olmalı, söylediğimiz söze herkesten daha çok dikkat etmeliyiz. Yönetmenleri konuşuyoruz ancak bağımsız sinemada önemli olan yapımcılardır. Yapımcılar, yönetmenlere fırsat eşitliği sağlamalıdır ve yeteri düzeyde çağı okuyup insanlara ne tür bir film sunulacağına karar verirken çıkarları sadece paraya dayalı olmamalıdır. Para kaygısından uzak yapılmış olan saf işlerin nasıl para kazanacağını konuşmak elzem bir iştir. Bu da halka sinemayı gerçek anlamda hissettirmekten geçer. Yapımıyla, yönetmenliğiyle, sinema emekçilerinin hakkıyla ve filmlerin özgür tahayyül dünyalarıyla… Çok şey var ama halledilir. Halledilmeyecek bir şey yok. Bağımsız sinema biraz da bu sanırım, hallederiz ümidi. Diğer türlü her yolda bir değnekçi… Diğer tarafta tabii ki anlam dünyasına iş üretiyorsun. Bu filmi izleyecekler ve sadece eğlenip geçmeyecekler. Kritik noktalara değer vermektir bağımsız sinema. Erdemli olmaktır, etik olmaktır. Siyasi değil ancak gayet politik bir eylemdir. Ve sanatta gerekliliktir. Yani oradan buradan kendine prangalar bağlamakta beyhude bir çaba, elindeki az imkanla yap ama özgürce yap, sonra büyür serpilirsin. Zorlamamak lazım şu da olsun bu da olsun diye. Yol insana keyif, huzur getirmelidir. Yolda yürürken bir şeyleri yıkmamak lazım. Bizim yollar harap, umarım biz harap bırakmayız.
Fotoğraf: Müslüm Şahin
Peki, neden yönetmenlik?
Bu bir tercihle doğmadı. 16-17 yaşında elime kamerayı aldığımda aslında sinemanın en temel yerinden başladım. Dergahlara gittiğimde abdest alan, tesbih çeken, zikir çeken insanların fotoğraflarını çekiyordum. Işığı falan ayarlıyordum. Bunları öğrendim. Düğün fotoğrafçılığı ve kameramanlığı yaptım. Hatta öyle bir düğün kameramanlığı yapardım ki o zamanlar sadece davulcular bahşiş alırdı, ben, halay çekilirken monopodu bir kaldırırdım çekilirken iyi çekildiklerini anladıkları için ceplerim para dolardı. Sabit bir anı çekmek yerine akışkan bir zamanı çekmeyi, kamerayı akıtmayı çok severdim. Bir şey öğrenmemeye başladığımı hissettiğim her işi bıraktım. Ankara’ya taşındım. Çok şiir yazdım oralarda. Zaten yazmakla çekmek birleşince sinema çok bireysel bir yolculukla sana geliyor. Panasonic GH4 ilk aldığım makineydi. Şiir gibi videolar çekerdim sonra söz öbeklerini kaldırıyorsun, mizansenlerle, anlarla tanışıyorsun. Sonra hayatın gerçekliği derken sinema oluyorsun zaten. İş alıyorduk mesela, işimiz bittiğinde diğer ekip arkadaşlarım dinlenmeye çekilirken ben çekim yapmaya devam ediyordum. Çok hoşuma gidiyordu gözümle gördüğüm görüntünün ekrana yansıması, gözümle gördüğüm halle kameradaki halin arasındaki fark, lensin getirdiği hudut, o çizgilerin farkına varmak… Her türlü kamera beni hala şaşırtır. Büyük bir icat… Çok şey öğrendim o dönemde. “Ben yönetmen olacağım” diye bir çıkış hiç olmadı hayatımda. Ama sonra baktım bendeki meseleler uzun, anlat anlat yoruluyor insan. Bir susma eylemidir sinema. Kafanın içindeki sedadır. Ve elindeki kamerayla kafa tutmaktır. Bir başkaldırı olmazsa olmaz bir dünyadayız zaten. Zalim başta. Boyun bükülür mü hiç? Çalışkan olmamız gerek. Okumadan, çalışmadan hiçbir şey yapamazsın. Çünkü o kırmızı ışık neden yanıp sönüyor düşünmek lazım! Çok güzel bir alarm değil mi sizce de? Niye yanıp sönüyor o kırmızı ışık? Neyi çekiyorsun, neyi kaydediyorsun? Niye kaydediyorsun? Yani her işin bir düşünme biçimi, yapma aşamaları var. Ben kafamın çalışma şekline, düşünme şekline uygun bir hayata adım attım. İşinizi sevebilirsiniz ama işiniz de sizi seviyor mu bakmak lazım.
İnsani Tınılar’dan bahsedelim biraz da… Filmi yazarken ve çekerken aklınızdaki önerme neydi?
İnsani Tınılar, tam bağımsız bir film ve benim ilk uzun metrajım. Düşük bütçe ile yapabildiğimiz bir film. Filmin posterine özellikle bir söz yazdım: “Düşünenler İçin” Bu sadece bir önerme değil. Ben İnsani Tınılar’ı şöyle görüyorum; bugüne kadar izleyenlerden de aldığım yorumlarda da bunu hissetmek çok iyiydi, hiç tahmin edemeyeceğiniz şeyler düşündürmek. Beğenmeyenlerin bile düşündüğü şeyleri gördüm. “Düşün, lütfen düşün!” diyen bir film. Karakteri suçladığımız ya da sevdiğimiz bir akış yerine onun bazı anlarına tanıklık ettiğimiz ve onunla bir anlam ilişkisi kurmaya çalıştığımız bir kurgu ve anlatım dili denedik. Temelde sürekli konuşan ve herhangi bir eyleme sahip olmayan, sadece zihniyle düşünüp bulduklarının kibrini yaşayan bir tiyatrocunun eylemsizleşmiş hayatında takıldığı küçük bir boşluğun getirdiği büyük sonuçları takip ediyoruz. Düşünme günahını işleyen bir karakterin saplantılı dönüşümleri… Bir film çekmek istiyordum o dönem. Hasta gibiydim ve reçetem bir film çekmekti. 6-7 günde yazdım İnsani Tınılar’ı. Bir yandan reklam filmleri çekip para kazanıyorum, ekibe para kazandırma telaşı… Diğer yandan sinema ama sinemadan nasıl kazanırız bir bilgi yok. Öyle bir hayal var ama amaç değil, güzel bir rüya gibi. Bir sinema eylemi İnsani Tınılar. Ben de bir yönetmen olarak İnsani Tınılar’dan sonra izleyiciyi yeni yeni öğrendiğim bir süreç başladı. Filmi izleyiciden dinlemek çok hoş bir eylem hatta diyebilirim ki ben susayım onlar konuşsun. Ben zaten konuştum yeterince. Benden geçmiş artık, ben izleyicinin ne gördüğünü merak ediyorum.
Fotoğraf: Şenol Saltoğlu
Samsun’un özellikle çocuk oyunları konusunda tanınmış tiyatro sanatçıları ile bu filmi çektiniz. Bu neden ve nasıl oldu?
Elindekinin değerini keşfet, kendi mağaranı kaz meselesi biraz… Civar bilinci, çevrendekilerin farkında olmak demektir. Zaten etrafın neyse ondan ibaretsin, bunu kabul etmek gerekir. Bizim toplumda cin olmadan adam çarpan çoktur. Bir sidik yarışında değiliz, etrafımıza değer vermeyi öğrenmemiz lazım. Buralar bizim bahçemiz... Yani siz elinize bir kazma alacaksınız, ben elime tohum. Bu işler böyle olur. Çok teferruata, tartışmaya gerek yok. Dostlarla rekabeti güzel keyifli hale getirmek lazım. Dünya’nın öbür tarafındaki sanatçılarla rekabet içinde değilsin aslında! Biz bugün oturup kavgalar edip tartışmalıyız ve belki de masaya yumruğumuzu vurmalıyız ama yüz yüze bakmalıyız. Göz göze. İnsan birbiri hakkında kötü şeyler düşünmeyi, kötü hal üstünde olmayı bırakmalı. Türk sinemacılar, sanatçılarına en büyük eleştirim de bu yönde. Bugün biz gençlere çok kötü bir zemin bıraktılar. Sinema salonlarımız yok. Sinema yapmanın, sadece film çekmek olmadığını anlamamız gerekir. Havyar yiyen yapımcılarımız, yönetmenlerimiz şuna neden dur demiyor anlamıyorum; ülkemizde yüzlerce salon kapatıldı. Samsun’da Konak Sineması kapatıldı. Bugün abilerimizden dinliyoruz o hali. Bana siyasi açıklamalar yapmayın lütfen, yahu ciddiyim bir sinema salonu açmak ve işletmek o kadar pahalı bir iş değil. Bu bir gönül işi. Mesele kültürü tekrar geri kazanma mücadelesidir ancak iş bilenler tembelleşiyor. Genç yetişen sinemacıları işçi statüsünde görüyorlar. Halbuki filiziz biz. Neden verimli topraklarımız olmasın? Bugün alışveriş merkezlerinin içerisinde kapitalizmin halkı köleleştirdiği sinemalara kaldık. Böyle bir ortamda ne kadar hakikatli bir film izlenebilir ki? Bir sinema salonunun varlığının öneminin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini anlamamız gereken bir dönemin içindeyiz. Konu mizah filmi yapıp eğlendirmek değildir. Eğlendirmek mizahla sınırlı değildir. Çeşitlilik için hepimiz destek vermeliyiz. Etrafın hali böyle olunca; Samsun’u keşfetmeye çalıştım. Çok kıymetli insanlar var bu şehirde. Arslan aracılığıyla İnsani Tınılar’ın diğer oyuncularıyla tanıştım. Arslan, Samsun’da mükemmel insanları almıştı yanına. Pınar, Merve, Olcay olsun Erhan olsun. Zaten ben de onlarla tanışınca “Tamam başlayabiliriz” dedim! Sonra Yaşar Gündem’i ziyaret edip senaryoyu anlattım. İkiletmedi bile, her türlü koşulda yanımızda oldu. Olgun abi, Remzi’yi öyle bir oynadı ki, ben setten çıktığımda muhteşem insanları kaybetmiş gibi hissetmiştim.
Başrolü belirlerken dikkat ettiğiniz ne oldu?
Yoğun bir düşünce harbinden çıkmanın ne demek olduğunu bilmesi gerekiyordu. İslam meselesi de var tabii. Sorguların ateşli çemberinin farkında olmak önemli bir meziyet. 20li yaşlarımda çektiğim bir reklam filmi için bir oyuncu lazımdı, basit bir işti. Sadece bir kere tanıştık Arslan’la. Sohbet ettik. Sonra yıllar geçti tabii. Telefonda gezerken Arslan’ın bir fotoğrafına denk geldim. Profiline girip baktım Yedek Kulübesi Oyuncuları diye bir tiyatro ekibi kurmuş. O isim beni o gün çok etkiledi. Çok yetenekli, donanımlı, aşırı zeki bir adam. Verdiği isim bana o kadar derin ve ağır hissettirdi ki! “Muazzam bir civara sahibim ve ben oturmuşum belki de milyonlara çekilecek bir filmle uğraşıyorum” diye düşündüm ve oturdum İnsani Tınılar’ı yazdım. 5 günde yazdım ve sonra Arslan’ı aradım. İşlettiği kreşe gittim. “Bir film çekeceğiz, seni çekeceğiz, bir çocuk tiyatrosu oyuncusunu çekeceğiz” dedim. “Hemen çekelim” dedi. Gözleri doldu o gün hiç unutmam. Tüm çıkabilecek sorunları kabullendi ve öyle başladık.
Beni filmde en çok etkileyen şeylerden biri şu oldu; yaş olarak baktığımızda çok genç bir yaştasınız. Ölümü düşünmek için fazla erken bir yaş değil mi?
Uğraşların ve eylemlerin sonunda gelebilecek şeyleri hesaplamak iradenin çıktısıdır sadece, kaderin sonucu değildir ya da bir kader imgesini arayabileceğimiz bir sonuç ilişkisi yoktur hayatın içinde çünkü kader hep şimdidir. Şimdidedir. Yani zaten mefhumlara kafam takık evvelden. Zaman, doğum, ölüm… Tasavvufla erken yaşta tanıştığım için, beden ve ruh, var ve yok. Ben hayatım boyunca tek başımayken de dergahtayken de çok yoğun bir hayal dünyasına sahip oldum. Severim gözlerimi kapatmayı. Fikirler de önemli zikirler de ama uyum halinde ahenk halinde olması lazım insanın. Sinema benim için bir zikir halidir. Dilinle değil belki ama yapıyorsun ve icra ediyorsun dolayısıyla içinde olduğun şey bir zikirdir aslında. Tabiat ve ışık ve karanlık… Hayat sadece anlamak değildir. Seviyorum manada gezmeyi. Maddenin kimyasını da çok severim. Sıvıları, kıvamları… Hidrojeni, evrenin mikro halini, makro halini… Mükemmel bir şeyin içinde yaşıyoruz. Ölüm bizi bu mükemmellikten ayırma tehlikesi gibi görünüyor ama burada ölüyoruz. Başka yerde ölmüyoruz. Ölüm de mükemmelliğe dahil. Yani ölüyoruz ama hangi zeminde? Uykunun bir ölüm hissi verdiği kaç gece geçirdim kim bilir. Uyku bedenin ölümüne çok yakın bir haldir ancak uykudayken, hiç uyuyamayan ve sana o rüyaları gördüren şey nedir? Merakım ölüme değil aslında, ona verilen kötü anlama. Hem yaşı olmaz bu işlerin. Ölümün yaşı var mı?
İnsani Tınılar filmini yazarken ve çekerken kimlerden etkilendiniz?
İnsani Tınılarda bildiğim yollardan gitmemek için çok çaba sarfettim. Daha fazla deneyebilmeye alan açtım. Klasik anlatım tekniklerini uygulamamak üzerine bir film oldu. Daha 27 yaşındayım ve geçirdiğim zamanın yeni yeni farkına varıyorum. Yola “ben yönetmen olacağım” diyerek çıkmadığım için birilerine benzemek ya da benzememek gibi bir çabam da olmadı. Ben eğleniyorum kendimce. Set boyunca herkes de şunun farkındaydı; bu standart bir film değildi. Etkilendiğim, öğrencisi olduğum yönetmenler elbette ki var. Cesaret hususunda örnek alma ihtiyacı çok hissettim İnsani Tınılar’da. Hem filmin dili hususunda, hem de ilk defa bir film çekiyorsun, zor bir yol. Öyle lay lay lom görünmüyor tabi ki gözüne. Bakıyorsun ustalar korkularını nasıl yenmişler diye. Şu an için düşündüğümüzde daha öznel bir hal almaya başladı sinema benim için. Bir filmin ne için çekildiğini çeken kişi açıklayabiliyorsa eğer bu önemli bir şeydir. Film izlendiğinde ayrı bir şekilde bunlar da tartışılır, ben yaptığım eylemin her zaman her tarafını konuşmaya açık bir adamım ama izleyenlerin benim söylemlerimin etkisinde kalmasını istemem.
Biraz da diğer kahramanlarından bahsedelim İnsani Tınılar’ın… Arka plandaki kahramanlar kimler?
Çok gizli kahraman var arkada. Siz yapmaya eminseniz ve cesur bir adım atıyorsanız yardım geliyor, tahmin etmediğiniz bir şekilde. Samsun filmi demek hiç yanlış olmaz zaten. Biz bu filmi yaparken özgür kaldık izleyici de o kadar özgür bir şekilde izleyebilmeli. Sanatçıların bir araya gelip özgürce yarattığı bir film oldu İnsani Tınılar. Bir yönetmeni, sanatı dışında şöyle tanımlıyorum artık; tüm ekibin ve izleyicinin özgür kalabilmesini sağlayan kişi... Kerem, müzikleri yaparken adının hakkını verdi ‘’İnsani Tınılar’’. Görüntü yönetmenim, ekipmanları sağladı. Onun da sinemaya ilk adımıydı. İnsani Tınılar onun için her şeyi yeni öğrendiği bir savaş gibiydi. Yanında ki insanların mücadelelerine şahitlik etmek harikadır. Çok insan var, güç veren ve güç bulan. Çocukluk arkadaşlarım, Samsun’daki tiyatro gruplarından gelen dostlar. Yani maddi kaygıları halletsek, dev bir sinema gücü var arkada. Benim de sırtımda bir yüktür bu, gururla taşıdım şimdiye dek. Yeni yapımlarda beraber olmak istediğim sevdiğim dostlar, sanatçılar... Set aile gibi bir ortamdır. Herkes ne için emek verdiğini biliyorsa, o zaman harika oluyor işte. İnsani Tınılar öyle bir setti.
İnsani Tınılar filmiyle bir festivale katılıyorsunuz. Festival kapsamında hedefleriniz nelerdir?
Filmi çekerken Dünya’daki festivallerden ve sinema endüstrisinden bu kadar haberdar değildim. İnsani Tınılar bana çok şey öğretti. Filmin çekimleri bitti, kaba kurguyu bitirip İstanbul’a gittim. Benim bütün yol boyunca savunduğum tek şey vardı; kervan yolda düzülür. Yönetmenlerle tanıştım. Azerbaycan Türkü sanatçılarla tanıştım. Bana çok yardımcı oldular. Benim ilk amacım filmi bitirip izlemekti. 10 gün boyunca sinemalara gittim, derneklere gittim, aklınıza gelebilecek her yere gittim. Ekrem’in ofisinde kalıyordum. Hiç param yok ve her şeyi bedavaya halletmenin yoluna bakıyorum. Tanıştığım ve sinemayla ilgilenen herkesten yardım istedim. O dönem Cüneyt Karakuş ile tanıştım. Filmle ilgili kısa bir fragman hazırlamıştım İstanbul’a gitmeden önce. Bir sabah saat 4’te Cüneyt Abi beni aradı fragmanı izleyince. Filmin uzun halini izlemek ve benimle tanışmak istedi. Sonra tüm desteği ile ortak yapımcımız oldu. Yani filmi çekince iş bitmiyor tabii ki. Ama çoğunlukla İstanbul hoş karşıladı beni. Zorlanmadım. Bağımsız bir eserle karşılaşmak birçok sinemacıya iyi geldi. Bir şeyleri hatırlayanlar oldu. Daha çok hatırlayacağız, daha çok özgürce filmler yapacağız. İnsani Tınlar sinema severlerle buluşsun, en büyük istek bu tabii ki. Bana ikinci bir film çekme imkânı getirse bir de şöyle kısa bir sürede, tadından yenmez…
Emre Gaviyel olarak yolun daha çok başındasınız. En büyük hedefim dediğiniz hedef nedir?
Benim hayattaki en büyük isteğim, Vavolde’yi kurarken de aynıydı; en büyük meselem benim gibi bir şeyler yapma gayreti içinde olan insanlarla birlikte olmak. Çok şükür bu oldu ve belki de sinema beni bu yüzden buldu. Bu duyguyu tadabileceğim en önemli iş sinema gibi geliyor bana. 100-150 kişinin hep beraber cem olma hali sinema benim için. Yüzüklerin Efendisi gibi bir set kuralım istiyorum. Türkiye’de biz bunları neden yapamayalım? Ne hikayelerimiz var bir bilseniz Tuğçe Hanım! Hiç kadir kıymet bilmiyoruz. Bizim büyük bir tokada ihtiyacımız var. Sinemayı yapma meselesinin de yanında en büyük isteklerimden biri de ülkemizde pek çok bağımsız sinema salonu kurmak. İnsani Tınılar 18 Ocak’ta Dünya Premieri’ni yapacak Dhaka’da. Biz de Arslan’la orada olacağız. Bakalım ilerliyoruz, öğreniyoruz. Yavaş yavaş ancak emin emin... İki senaryo hazır. Biraz deli dolu genç yapımcılar, yatırımcılar lazım bize. Bizi anlayacak, sinemaya yön verecek yeni girişimleri başlatmak, içinde olmak lazım. İyi şeyler olacak ama! Elimizden güzelliği, hoşluğu kaptırmayacağız. Daha genciz, güzeliz.
Tarih: 22-01-2024