içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Reha Özcan: Sadakatin değerli olduğu bir hayata inanıyorum

Reha Özcan Röportajı (Tuğçe Vural - OnurAkayMedya/Özel Röportaj) Fotoğraflar: Hasan & Alihan Aktürk

Reha Özcan: Sadakatin değerli olduğu bir hayata inanıyorum
Haberi Sesli Dinle

OnurAkayMedya yazarı Tuğçe VURAL, Bir Garip Orhan Veli Müzikali öncesinde usta oyuncu Reha ÖZCAN ile söyleşi yaptı.

Futbol geçmişi olan ve güzel sanatlar mezunu, aynı zamanda da Anadolu’nun çoğu yerinde bulunmuş bir birey olmak oyunculuğunuza neler kattı ve katıyor?

Öncelikle bir asker çocuğuyum. Biraz yaramaz bir askerdi babam. O yüzden çok fazla yer gezdik özellikle Güney Doğu Anadolu’da. O yüzden çok fazla her gittiğimiz yerin şeklini aldık çünkü bulunduğumuz yerden ağlayarak gittik çocukken ve dönerken de oradan gitmemek için ağlıyorduk. Gittiğimiz her yerle uyum içindeydik. Bu otomatikman zaten hayat başka türlü göz kırpmaya başlıyor. Sonrasında para kazanmak zorunda olduğumuz yaşlar vardı, 12 yaşımdan itibaren, çünkü kalabalık bir aileydik ve tek bir maaşla geçinme şansımız yoktu. Garsonluk, pazarcılık, pazarlamacılık, kamyon muavinliği… Aklınıza gelebilecek bütün işleri yaptım. Bunların hepsinin daha sonra izdüşümlerini gördüm. Fakat bunları yaparken bir taraftan da gerçek ve doğru bilgiye ulaşabilmek için 5N1K kuralı çalışırdı bizim evde ve herkes çok kitap okurdu öyle bir zorunluluk vardı ve evdeki herkes spor yapmak zorundaydı. Tüm bunları iç içe getirdiğiniz zaman, bir de konservatuarda yıllarca öğretim görevlisi olarak bulunup bunun bir de akademisyen tarafında görev aldığım için bu işin beklenen şeyle hayatımda karşılaştım. Aslında yetenek değil de hayatın birtakım kimyaları toplayıp bir kimyasal sürece evrilmek gibi bir şeydi, artık her şey hazırdı ve ondan sonrası disiplin ve çalışma azmiydi. Çok küçük yaşta kaderimi kendimin belirleyemeyeceğini öğrendim. Kariyerimin nereye gideceğini de belirleyemeyeceğimi ama niyetimi belirleyebileceğimi öğrendim ve onun üzerinde çalıştım. Tüm bunlar bir bütünü oluşturdu.

Tiyatronun hem sahnesinde, hem de mutfağında yer almış bir üstadımız olarak; hangisi daha Reha Özcan?

Mutfaktaki olan her şey antrenman. Maça çıkmak için antrenman yapıyorsunuz ve seyirciyle karşılaştığınız anda maç! Her şey şov için var ama şova çıkarken şöyle bir şey vardır; bir metni hiç bilmemen gerekiyor sahneye çıktığın andan itibaren. O güne kadar öğrendiğin her şey yok olmak zorunda çünkü ilk defa söylüyormuş hissi yaşaman gerekiyor sahne üzerinde. Dolayısıyla o yolculuğun nereye gideceğinin muhasebesini yapmıyorum çünkü antrenmanlarda gidilebilecek bütün yollar için çalışmalar yapıyorum ama bazen sahne üzerinde hiç bilmediğim, belki aklımda canlandırdığım ama sonucunu bilmediğim bir yolculuğa gidebiliyorum. Bazen hata da yapabiliyorum bu yüzden ama hata yapmaktan, bu uğurda hata yapmaktan, korkmuyorum. Yoksa alışılagelmiş klişe var devlet tiyatrosunda; oyun son provada oynandığı haliyle oynanır, hiçbir oyun aynı şekilde oynanmaz, oynanmamalı! Ve bu izleği takip ederken sahicilikten ve gerçekten uzaklaşıyor oyuncular. “Profesyonellik böyle bir şey değil” deyip arkasında başka türlü argüman geliştirilebilir ama “profesyonellik böyle değil” demek de profesyonellik değil bence. O yüzden kendi izlediğim yolu seviyorum. Tüm dünyada beğendiğim oyuncuların hepsi üç aşağı beş yukarı benim yoluma yakın yolculuklar yapıyor.

Ben biraz aşktan bahsetmek istiyorum. Yeşim Hanım ile tanışmanızı dinledim bugün. Yeşim Hanım ile yaşadığınız sevginin ve çocuklarınızla ilişkinizin Üç Kız Kardeş’teki o babacan Sadık rolüne katkısı oldu mu?

Öyle adamlar çok var hayatımda yani gerçekten sadakatin de çok değerli olduğu bir hayata inanıyorum. Çocuklarına karşı da şefkatini esirgemeyen insanlara da inanıyorum ve bunlarla büyüdüm. O insanlardan çok vardı çevremde. Yani milyarlarca insan arasında birbirinize çok benzemeyen bir insanı buluyorsunuz. Benzeyen değil benzemeyeni buluyorsunuz ve sonrasında onunla bir hayata, yolculuğa başlıyorsunuz. O yolculukta birbirinize kattıklarınız, birbirinizle ürettikleriniz, hatta yatırım haline getirdikleriniz ve sonra onlar üzerinden almış olduğunuz riskler, bunun içine maddi manevi her şeyi katabilirsiniz ile yolculuğa devam ederken hem kendinizdeki, hem de ondaki değişimlere de tanıklık ediyorsunuz. Düşünsenize her bir kırışıklığınızda onun izi var, onun vücudundaki her bir deformasyonda sizin payınız var ve birlikte ürettiklerinizin payı var. Bu kelimelerle ifade etmesi biraz güç bir birliktelik haline geliyor. Bunu başarabilenler için, evet evlilik ve aile olmak çok keyifli ama günümüzdeki modern yaşam biçimi içerisinde aile olmak ve eş olmak belki de bir sonraki yüzyılda bunu görmeyeceğiz, başka türlü ilişki ve iletişim biçimleri olacak. Bu yüzyılda bize bahşedilen ve bizim hayattan beklentilerimiz, çocukluktan beri kafamızda kurduğumuz hayaller bunlar olduğu için hala hizmet ediyor hayatımıza. Bunun çok güçlü ve kutsanmış bir şey olduğunu düşünüyorum. O kadar kolay olmuyor. “Sevgi neydi? Sevgi, emekti. Samet ilk önce kime baba dedi?” hikayesindeki naifliği seviyorum ben. Bizim jenerasyon sever. O yüzden Yeşim, bizim evimizin ana kraliçesidir. Bizde kararları Yeşim verir. Çünkü biz ataerkil değil anaerkiliz. Bu anlamda da çok mutluyum. Çok saygı duyuyorum, çok aşığım, seviyorum onun yaptığı her şeyi ama bu zamanla oluşan bir şey. Tabi ki koskoca bir yaşam hikayesinde kırgınlıklarımız ve kızgınlıklarımız oluyor ama sonra artılarla eksileri elediğinizde ortaya pırıl pırıl bir şey çıkıyor ve onu seviyorum!

Taner ÖLMEZ’in Mucize Doktor’da olmasının üstüne sizin kabul ettiğinize dair bir bilgi var. Biraz bunu konuşalım istiyorum.

Öncelikle tabii ki senaryo çok hoşuma gitti fakat senaryoyu sadece beğenerek yola çıkamazsınız. Başka parametreler var. Onlardan en önemlisi de cast. Başrolü oynayan oyuncunun potansiyeli… Elbette ki Türkiye’de o rolü oynayabilecek on beş-yirmi tane oyuncu var o kuşakta fakat bir devamlılık, iki kaybolunması gereken bir rol çünkü tanımlanamayan bir rolün içine giren oyuncu kaybolmak zorunda. Kendini kalabalıktan araklayıp bir disiplin içerisinde olmak zorunda. Öyle oyuncular çok az işte! Onlardan bir tane ÖLMEZ çıkıyor, bir iki tane daha benim konservatuardan öğrencim var o şekilde disiplinli olan. Taner ÖLMEZ olduğu için kabul ettim ama öncelikle senaryo ve diğer parametreleri hallettikten sonra. Tabi senaryo ve kazanacağım para gibi parametreler var. Harcayacağım mesai, senin yapabileceğin şeyler var. Bazı şeyler var mesela, yapamayacağımız şeylerin sözünü veremeyiz. Eğer bana beş günde on sekiz saat çalışacağız deseler, asla girmem ben o işe. Ben yapamam çünkü.

Mucize Doktor’un sizdeki yeri nedir? Mesela ben disleksi çalışan bir İngilizce öğretmeniyim. Özel çocuklar başka bir yerdedir. Adil Hoca’nın tutumları bana çok şey öğretmiştir mesela. Ve nedense sizden başka da kimseye uymazmış gibi geliyor!

Benim için çok önemli. Yani televizyon seyircisiyle barışma sürecim belki de. Ben hep kötü adam oynadım ondan öncesinde. Hiç iyi adam oynamamıştım. İlk defa iyi adam oynadım o rolle birlikte. Hatta Yeşim’e “Ya hep kötü adam oynadım, iyi adam nasıl oynanır bilmiyorum.” dedim, bana döndü dedi ki “Hiçbir şey yapmana gerek yok!” ve ben de hiçbir şey yapmadım. O daha da zordu. Adil Hoca, bir oyuncu için -sadece benim için değil- çok zor bir rol çünkü oynamaman gereken bir rol. Çünkü bir rolü tanıtıyorsun. Ben Adil Hoca’yı tanıtmıyordum, ben Ali karakterinin farklılığını tanıtan bir karakteri oynadım. Dolayısıyla hiç oynamaman gerekiyor ve ne kadar az görünürsem, ne kadar az oynarsam o kadar görüneceğimi biliyordum. Ama bunu bu yaş tecrübesiyle söyleyebilirim. Bunu gençken kimseye söyleyemezdim, bu yaş tecrübesiyle bunu söyleyebilirim. Dolayısıyla oradaki iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini görüp bunun üzerinden bir farklılığı tanıtan, spektrumdaki bir adamı tanıtan birini oynamak zorundaydım. Ve sadece buna çalıştım. Bir sahnede bir oyuncunun oynaması gereken, okuması gereken hani şarkının bir yerinde okuman gerekirken okumamayı tercih edersin ama şarkı daha güzel olur ya, benim için biraz öyle bir şeydi. Seçmek çok zordu. O anlamda da Özgür ERKEKLİ’den oyuncu koçluğu anlamında yardım aldım. İlk beş bölümü öyle çalıştım ve çok da keyifli oldu. O yolculuk keyifli oldu, set keyifliydi. Güzel çalıştık. Kötü bitti yani bence uzun yıllar devam edebilecek bir işti o ama Türkiye’de yazmak ve o karakteri devam ettirecek olaylara girmek çok zor çünkü önünüzde neden olduğunu bilmediğim RTÜK diye bir sorun var. RTÜK, Türkiye’de bir sorun artık. Bu sorunu ekarte etmesi gerekiyor ülkenin. Bu ülkede düşündüklerini sanatsal bir estetiğe dönüştürecek insanlara saygı duymak zorunda olan bir tutucu ve hatta bu tutuculuğu yavaş yavaş yobazlaşan bir noktaya geliyor ki bu Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir durum değil. 150 dk dizi çekiliyor, buna sesini çıkarmayan RTÜK, onun içeriği ile ilgili saptamalarda bulunuyor. Oysa ki hayatın aynası dediğimiz şeyleri aynalayamıyoruz. Dolayısıyla orada gördükleri ne olabilir de bu projeksiyonu bize tutuyorlar diye soruyorum ben de bir sanat çalışanı olarak.

Peki hocam, senaryonun öneminden bahsettik. İyi bir senaryoyu nasıl anlarsınız bir proje geldiğinde?

Ben genellikle adaptasyonlar gördüm. Yabancı dizilerin Türkçe uyarlamasını gördüm. Orada birinci kural şu benim için; Can YÜCEL’in Bahar Noktası olarak çevirdiği Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası oyununun başında şöyle bir şey yazıyor: Türkçesini Söyleyen. Bu benim için çok önemli. Eğer herhangi bir sanat eserinin Türkçesini söyleyebiliyorsak bu topraklarda, bu toprakları ilgilendiriyorsa o evet oynanabilir bir metin benim için. Sonra, oradaki önemli şeylerden diyalog yazımı bir sanattır. Bir hikaye kurmak ayrı bir sanattır ama hikayenin içinde konuşanları seslendirmek için yazılan metin daha önemlidir ve her uyarlayanın, her çevirenin bir dili olur. O dil size ne kadar uyuyor, oynadığınız karaktere ne kadar uyuyor? Tiyatronun başı sonu bellidir en fazla üç saat oynarsın bir oyunu, sinemanın bellidir yirmi iki günde çekersin ama sonuçta bu başı sonu olmayan bir şey olduğu için, dizi senaryosu, bilmiyorsun ne kadar gideceğini o yüzden esnek olmak zorundasın. Mesela şu anda Üç Kız Kardeş’te oynuyorum. 26 bölüm oynarsa çok iyidir dedik ama 82. bölüme gideceğim yarın sabah. Yazar, yönetmen, oyuncular ve en çok da yapım esnek olmak zorunda. Çünkü hayatınızda birçok önceliğiniz var ya işinizden önce; aileniz var, kendinize ait bir dünya var, kendinize zaman ayırmanız gerekiyor. Tüm bunlara karşı da hazırlıklı olmanız gerekiyor. “Ben bunu beş yüz bölüm çekerim” diyebileceğim işlere girmek istiyorum ben çünkü yirmi altıncı bölümde sıkılıp da yirmi yedinci bölümde “Hadi beni öldürsenize” demek hoşuma gitmiyor. Bizim Hikaye’yi yetmiş bölüm çektik ama bana sorarsanız yedi yüz bölümlük bir işti. Ve o hikaye bu topraklar yaşadığı sürece yaşayabilecek bir hikaye. Üzgünüm onun için, gerçekten çok üzgünüm.

Sahneye ilk olarak 16 yaşında başlamışsınız. Ödülleriniz de var. Oyunculuk alaylı mı olmalı, eğitimle mi yapılmalı? Eğitim bu işin neresinde olmalı?

Eğitim, dört yıllık bir konservatuar süreci o kadar. Hiçbir diploma sizi bir işin erbabı yapmıyor. Tıp Fakültesi’ne de gitseniz o diploma sizi doktor yapmıyor. Otuz yıl boyunca aynı reçeteyi yazan bir doktora gitmezsiniz. Bu, süreklilik arz eden bir şey. Sürekli eğitim olmalı. Mesela bu gece oyunum var. Saat üçte şan dersim vardı. İşte, burası bitecek yazın gideceğim İngiltere’de bir sürü çalıştaya katılacağım. Bunu şey için söylemiyorum, lütfetmiyorum işim bu! İşimin içinde bunlar var. Bir paraya anlaşıyorsunuz ya, diyelim ki on dilimlik bir paraya anlaştınız. Bu paranın onu da sizin çocuklarınızın yatırımı olamaz. Bunu bölmek zorundasınız. Hayır işleri için bir yere, aile için bir yere ama en önemlisi kendinizi geliştirmek için ne kadarını harcayacaksınız? Bu çok önemli bir şey ama biz bunları bilmiyoruz. Çünkü bu daha çok sosyal devlette oluyor, sizin bazı şeylerinizi onlar otomatikman karşılıyor. Bizde öyle olmadığı için her tarafa yetmek zorundasınız. Ve üstelik yapmış olduğunuz iş popüler kültür olduğu için sizi orada görüp de nazar etmek için çırpınan insanlar var, onları da susturmak zorundasınız. Saçma sapan parametreleri var bu işin Türkiye’deki profesyonelinde. Bunların hepsini oluştururken, paylarını oluştururken kendinizi geliştirme dilimine pay vermek zorundasınız. Ben bir sürü konservatuar mezunu gördüm ama bir sürü alaylıyı da gördüm. Benim konservatuar mezunu gördüklerimin çoğu alaylıların o öğrenmeye açık tarafını çoktan yok etmiş hatta bu öğrenmeme lüksü yüzünden de işi kaybetmiş ve sadece kurumsal yapılardan maaş alan insanlar haline dönüşmüşler ve bunun farkında bile değiller. Alaylılık falan bunlar konuşulacak şeyler bile değil. Eskiden ayıptı. Bazı şeyler konuşulmazdı. Sadece merak edip sorarsın “sen ne mezunusun” diye, “ben mezun değilim abi ilkokul mezunuyum” der ve daha büyük hayranlık duyarsın. İnsanlar kendilerini geliştirmek zorundalar, insanlar hep aynı düşünce üzerinden gidemezler. Değişmek zorundasınız. Dün X’te yazdım; “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” derdi eski devrimci abilerimiz, bunu zamanla anlıyorsun. Her şey değişmek zorunda. Ve bu da hayranlık uyandırıyor zaten!

Tarih: 06-05-2024

FACEBOOK YORUM
Yorum